Tıp fakültesinde stajer doktorluk yaptığım yıllardı, sanırım doksan iki sonbaharı. Üroloji stajı yapıyorduk. Önce erkek tayfasının ellili yaşlardan sonra başlayan kabusu “Prostat” ile tanıştık. Sonra da sabah akşam durmaksızın belden aşağı espiri yapan üroloji asistanlarıyla...Servis koridorlarının çiş koktuğunu da atlamamak lazım.
Hastalarımızın %90’ını idrar kaçıran, idrar yapmakta zorlanan, çatallı işeyen yaşlı dedecikler oluşturuyordu. Yaşlı, yorgun bedenler, fersiz gözler ve artık yavaş yavaş çocuklaşmış, alıngan, kolayca darılan ve bazen de anlamsız yere sinirleniveren yaşlı dedecikler.
Ameliyat olanlara ince uzun etekler giydiriliyordu. (bildiğiniz etek). Etekli amcalar ellerinde tuttukları sondaları ve sondanın ucunda sallanan idrar torbalarıyla koridorda ilk yürüyüşlerini yaparken, ameliyata hazırlananlar meraklı ve korkulu bir bekleyiş içerisinde onları seyrediyorlardı.
Onu ilk kez bir sabah vizitinde fark ettim. Diğer yaşlı, yorgun, mızmız ihtiyarların yanında iri mavi gözleriyle, pespembe yanaklarıyla çok heybetli idi, adeta “ben buradayım” diyordu. Kulakları hemen dikkatimi çekti, bu bir pehlivandı. Kulaklar yediği el enselerin etkisiyle pek çok iç kanama geçirmiş ve çok daha kalın , etli bir hal almıştı.
Adını hatırlamıyorum, zaten herkes ona pehlivan diye sesleniyordu. Müthiş bir yaşam enerjisi vardı Pehlivanın. Duruşu, konuşması her şeyi “ben erkeğim, ben erkeğim” diyordu. Herkes ona saygı duyuyordu. Zaten başka çareleri de yoktu. Bir doksana yakın boyu, hala yapılı , kaslı vücudu, hepsinden çok daha kuvvetli karakteriyle tam bir masal kahramanıydı. Bulgaristan’ın “Deli orman” bölgesindendi pehlivan. Hani şu Koca Yusuf’ların, Kurt dereli Mehmet’lerin, kel Aliço’ların çıktığı bereketli topraklar.
Onu ilk gördüğümde elimde olmadan heyecanlandım, mest oldum. Görmüş geçirmiş yaşlıları çok severim. Onları azıcık yokladığınızda, aman Allahım ne maceralar, acılar, sürgünler, sevinçler, neler neler çıkardı o yaşlı dimağlardan neler.
Çok az konuşabildim pehlivanla. Biraz muhacirlikten, yokluktan, çileden bahsettik ve en çok da özgürlükten...
Özgür olmayınca hayatın tadı olmazmış, istediğin elbiseyi giyemez, istediğin gibi yaşayamazmışsın. O dönem balkanlarda Türk kadınları şalvar giyermiş, Bulgar kadınlarıysa etek. Eğer illa şalvar giyeceksen bu vergiye tabi imiş. Özgür olmayan erkeklere Cuma namazı farz değilmiş ve daha niceleri...
-Toprak senin toprağın olmayınca, kadınına şalvarı giydiremeyince, düğününü, bayramını bin bir izinle zoraki yapınca, hayatın ne anlamı var kızancığım.”demişti gözlerini iri iri açarak.
Bir de ilk göç ettiklerinde devlet muhacirlere yol boyunca mutevazi erzaklar vermiş. Bir gün verilen kumanyayı açmışlar ama açan şaşkın bir şekilde elindeki nimeti (ekmek) bir yana bırakıvermiş. O gün kumanyada ekmek arasında zeytin varmış. Ancak pehlivan dede ve ailesi daha önce hiç zeytin görmedikleri için ekmeğin içinde zeytini görünce;
-Allah allah… Bu keçi ....larını niye nimetlerin arasın koymuşlar ki???”diyerek çok şaşırdıklarını anlatmıştı, acı acı gülerek...
Erkek adamdı, zaten Türk dediğin de erkek olurdu. Özüyle, sözüyle şöyle dosdoğru, yani adam gibi adam. Bulgarları pek küçümsüyordu. “Gavurcuklar” diye bahsediyordu onlardan.
Ameliyat olacağı gün operasyonu yapacak hocamızı uyardı;
- Aman doktor bey sakın ha.. ne olur öyle etek filan. Sakın..
Hocamız gülümsedi yaşlı adamın yanağını okşayarak;
- Güzel olacak sen hiç merak etme, iyi olacak dedi ve gitti.
Çok geçmeden pehlivan da ameliyatını oldu, diğer iki ihtiyarcıkla beraber. Kalbi, şekeri, tansiyonu yoktu, bünyesi çok güçlü idi. Normal şartlar altında onu birkaç gün içerisinde sapasağlam taburcu etmeliydik.
Ameliyat sonrası henüz tam ayılamamış bir şekilde odasına aldık. Tabi etek giydirilmişti. Narkozun etkisi ile sert hareketlerle kıvranırken sondasını da çıkarmasın mı.
Eyvah. Ben tecrübesiz bir Stajer doktor, ilgili hemşire de çok genç ve o da deneyimsiz. Biz telaşla sondayı takmaya çalışıyoruz ama beceremiyoruz. Korkumuz uyanması ve bizi o halde görmesi. Nitekim biz boğuşurken uyandı şöyle şaşkın bir bakış attı. Gördüklerine inanamıyordu. Baktı etekte giydirilmiş, ağzından sadece yakıcı bir cümle döküldü.
-Vurdunuz pehlivanın sırtını yere bre!
Birkaç damla yaş düştü gözünden. Erkekliği, onuru, gururu, değerli bildiği her şey zedelenmişti. Yaşamanın ne anlamı vardı ki artık?
Evet, er meydanında yıkılmayan, yenilmeyen pehlivan, birkaç kızancığın elinde oyuncak olmuştu. Erkek adamdı, dobraydı, lafı uzatmayı hiç mi hiç sevmezdi, uzatmadı da zaten... Sonraki iki gün boyunca hiçbir şey yemedi, içmedi, konuşmadı. Onun bu dünyada edeceği lafı kalmamıştı artık .
Operasyondan sonra ikinci günün sabahı ,vizite geldiğimizde çiş kokan koridorlarda tek bir ses yankılanıyordu;
“duydunuz mu Pehlivan ölmüş, pehlivan ölmüş...”
*************** ********************
Dostlar insan hayatında moral motivasyondan daha değerli bir şey yok. Moralsizlik, stres, depresyon her türlü hastalığın tetikleyicisidir. Koca tıp literatüründe stresle alakası olmayan bir tek hastalık gösteremezsiniz.
Moralle inançla pek çok ağır hastalık ve hatta kanser yenilebilirken , moralsizlikle bin bir hastalığa derde sahip olabilirsiniz.
Bu yaşlı dünyanın kuralıdır, “dünyanın ne derdi biter nede endişesi”. O nedenle eşinize dostunuza sevdiklerinize sahip çıkın, ama en çokta kendinize sahip çıkın.
Yani diyorum ki her türlü sıkıntının kederin ortasında ne yaparsanız yapın ama “hoşça bakın zatınıza”.
Son söz tekke edebiyatından billur bir damla. Yüz bin kitap yazsanız bu kadar güzel anlatamazsınız.
Son söz “ Bu da geçer yahu! ”
En son söz “Biz küçüğüz, ama Allah çok büyük! “
DR FARUK ÖNDAĞ